27 Şubat 2011 Pazar

GALATA


Sen istanbul’ dan başka bir yerde yaşamaktan bahsedince aklıma geldi. Bir zamanlar tıp fakültesini bitirmeme yakın göz uzmanı olmak istediğime karar vermiştim çeşitli sebeplerden. Belki fotoğraf çekmeyi çok sevmemden, ikisi arasında bilmeden bir ilişki kurduğumdan olabilir diyorum şimdi geriye bakınca. Tabi hayallerim İstanbul’da yaşamaktı yeniden. Ama neden hayallerim ille de ‘Beyoğlu Göz’ diyordu hatırlamıyorum. Ama Beyoğlu Göz’dü tek hayalim ve başka bir seçenek olamazdı. Gidip görmemiştim bir kere bile, orada çalışan herhangi biri ile de konuşmamıştım. Demişlerdi ki Galata’ da kuleye yakın bir sokak arasında, izbe bir yerde... Eğer gidip görseydim, o an aşık olurmuşum halbuki.

Kazandığımı öğrendiğim gün hatırlarsın çıkıp gittik, daha atanmama vardı, ama o sevinçle görmek istedim ilk kez. Heyecanla aradık durduk, sorduk ‘Beyoğlu Göz Hastanesi nerede?’ diye. Genelde insanlar buraya ‘Kuledibi Göz Hastanesi’ dediği için sorduğumuz insanlar bilmediklerini söylemişlerdi. En sonunda bir tarif alıp, Galata’ nın o dar ve keyifli sokaklarında hastaneyi bulmuştuk. Hatırlıyor musun hayal kırıklığımı? Gerçekten ilk karşılaştığım binanın hastanenin sonradan yapılma çirkin ek binası olması talihsizlikti. Halbuki ilk görüşte aşk yaşamam ikinci ziyaretimde olacakmış. Bu sefer tramvayla Karaköy’e gelmiştik. Kamondo merdivenlerinden ilk kez çıkarken ne kadar hoşumuza gitmişti hatırlıyor musun? 1850'li yıllarda yapılan geç barok çağrışımlı merdivenler bölgenin en önemli banker ailelerinden biri olan Portekiz (veya İspanyol) kökenli Musevi Kamondo ailesinden Abraham Salomon Kamondo adına yaptırılmış. O zamanlar Banker Sokağı da Rue Camondo (Kamondo Sokağı) olarak bilinmekteymiş.


Sonra yokuştan çıkarken ve tam kaybolduğumuzu sanarken sol tarafta gördüm o güzel binayı. Önce binayı gördüm ve ne kadar güzel olduğunu düşündüm, daha sonra kapısında Beyoğlu Göz Hastanesi yazdığını gördüm. İşte o an o kadar mutlu oldum ki, böyle binalara hep hayran olur ve içinde yaşamak nasıl bir duygu diye merak ederdim, ve işte benim önümdeki dört seneyi geçireceğim hastanem burasıydı.

Dış kapısından içeri girdik. Bahçesi küçüktü, taşlı bir yoldan binaya doğru yürünüyordu. Taşlı yolda koyu renk taşlarla yapılmış bir takım denizcilik figürleri vardı ve büyükçe 1904 yazıyordu. Sonradan öğrendim ki bu bina 1904’ te İngiliz gemicileri için hastane olarak yapılmış ilk olarak. İngilizlerden sonra bir Rum tarafından özel hastane olarak işletilmiş, 1923 Lozan Antlaşmasından sonra Kızılay’a bırakılmış ve bir süre kuduz hastanesi ve şehir hıfzıssıhha müessesesi olarak kullanılmış. 1948’de Kızılay’dan satın alınarak Belediye Beyoğlu Hastanesi’ ne dönüştürülen binanın bitişiğindeki, 1860’da İngiliz Konsoloshanesi olarak inşa edilmiş olan bina da asıl binaya katılarak hastanedeki yatak sayısı artırılmış. Daha sonra hastane binasının yanında bulunan İngilizlere ait eski bir bina da belediye tarafından yıktırılarak yerine şimdiki bu eski güzel mimarinin yanına yakışmayan poliklinik binası yapılmış ve 1964’ de tamamlanmış. Merak ediyorum acaba önceki bina bundan daha mı kötüydü? 2001 yılında da Beyoğlu Göz Eğitim ve Araştırma Hastanesi olmuş. İçeri girince döne döne yukarı çıkan merdivenler önceden eminim daha nostaljik olan asansöre ait boşluğu sarar kuleye kadar. Epeyce yıpranmış olan ve kabul edelim iyi bakılmayan bina şimdilerde belediye tarafından geri alınmak istendiği için hastane belki de birkaç sene sonra başka yerde yapılacak bir binaya taşınacak. Belki de bina için daha iyi olur. En azından ben asistanlığımın tamamını burada geçirebilmiş olacağım. Galata’da böyle bir binada…

İstanbul’un Galata Kulesi ile görüntülenen siluetinde Beyoğlu Göz’ün ince kulesi de hep Galata Kulesi’ne eşlik eder ve ben izlemeye bayılırım. Kulesinden manzara neredeyse Galata Kulesi’nden görüldüğü kadar güzeldir. Seni bir kere bile çıkaramadım gerçi. Ama ikinci katındaki ön bahçesine bakan balkonuna çıkarmıştım bir kere.
Neredeyse dört sene olacak yakında… Bir yandan mutluyum, bir yandan da bugünleri özleyecekmişim gibi geliyor. Bazı tatsız şeylere rağmen bu binayı hep özleyecekmişim gibi hissediyorum, ne dersin?

7 Ekim 2010 Perşembe

Bu başka bir hayat!


Başka bir şehirde yapamam sandım, doğduğum büyüdüğüm yerden uzakta kalamam… İstanbul’u seviyorum, orda yaşamayı, o karmaşayı, yaşarken yorulmayı seviyorum. Bence İstanbul’da beni seviyor. Ama burayı da seveceğim, zamanla… Şimdi başka bir ülke’de onu aldatıyormuş gibi hissediyorum.

Bugün sekiz gün oldu. Daha önce on günden fazla yurtdışında kaldığım olmamıştı, en çok kardeşimi özledim. İnsanın görmek isteyip de göremeyince cidden zoruna gidiyor. Belki İstanbul’da olsam en fazla çıkıp bir şeyler içip laflardık birlikte, film izlerdik akşam olunca, ama küçük şeyler birikince büyük oluyor işte…

Burada hayat çok sakin, her şey yavaş ilerliyor. Yaşamak için kimsenin acelesi yok... Mantalite meselesi belki de her şey. Kafa yapısı farklı. İnsanlar geç uyanıyor, yorulmadan günü geçiriyor, her akşam sınırsız eğleniyor… Bir gün eğlenmekten yorulacağımı söyleseler çok gülerdim. Çok yoruldum, yemin ederim doğru. Bardakla içmek diye bir kavram yok burada, her şey çok ucuz, her şey bol, fazla… Zengin bir ülke değil aslında. Ülke demek çok komik geliyor minik bir ada sadece… Üstüne konuşacak çok şey var ama bu doğru.

Gördüğüm her şeyi yazmak istiyorum. Ahhh!! : )))))

-malta ağustos'10-